StatCounter

##################################################### #####################################################

17 Mart 2010 Çarşamba

"Happy Hour" Gururla Sunar / Deniz Yalım Kadıoğlu, Serbest Yazar

Hiçbiri toplantı odasının ağır havasını dağıtmaya yetmezdi. Büyüklüğü doğum günü sahibinin unvanına göre değişen, kimi zaman kakaolu, kimi zaman beyaz çikolatalı ya da aceleyle seçildiği her halinden belli olan gıda boyalı pastalar bile. Bazen alkol de olurdu. Plastik bardaklarda sunulan ısınmış bira ya da şarap, gülümseme gayretiyle kasılmış yüzleri yumuşatamazdı. Boyunlarında inci kolyeleri, üzerlerinde benzer renklerde takımları ve fönlü küt saçlarıyla Happy Hour şirketinin müşteri temsilcisi bayanları, bu on beş, bilemedin yirmi dakikalık buluşmaların bitmesini iple çekerlerdi. "Hımm, hıı..." gibi seslerle başlayan ve her seferinde "Pasta da çok tazeymiş, nereden aldık?" gibi kapanış cümleleriyle son bulan doğum günleri, müşteri kutlamaları ya da yoğun dönemlerde öylesine yapılan molalar, Happy Hour çalışanlarının yüzünü güldürmüyordu bir türlü.

Hikaye genellikle şöyle başlardı:
"Hadi toplantı odasına gidiyoruz."
"Niye, ne var?"
"Birinin doğum günüymüş bugün..."
"Kimin?"
"Gidelim görürüz işte."
"Ben biliyorum, Planlama'daki Ahmet'in."
"Ahmet diye biri mi var Planlama'da?"
"Geçen ay başladı ya, bizim serviste."
"Yok yok, Öznur Hanım'ın doğum günü bugün, ben öyle
duydum."
"Doğum günü değil arkadaşlar, happy hour yapıyoruz
galiba."
"Ay kim gidecek şimdi, yığınla işim var."
"Neyse kızlar, çabuk gidelim de çabuk bitsin..."

Böylece bir plazanın üç katında 100'ü aşkın çalışanıyla ikamet eden Happy Hour'un ikinci kat çalışanları sessiz adımlarla toplantı odasının yolunu tutarlardı. Uzun toplantı masasının arkasında yere kadar uzanan camdan şehrin yükselen binaları ve daha aşağılarda hiç bitmeyen trafiği görünürdü. Odaya girer girmez duvarda asılı beyaz tahtada bir önceki toplantıdan kalan yarısı silinmiş grafikler, notlar göze çarpardı. Masadaki ikramlar da olmasa, aylık bölüm toplantısının tam ortasına girivermiş gibi hissecedeklerdi kendilerini.

En son bölüm müdürü Lale Hanım gelir, daha koridorun başında yüzüne eklediği gülümsemesi odadan çıkıncaya kadar kaybolmazdı. Birkaç saat öncesinde "Nerede bu raporlar?" diye yeri göğü inleten kendisi değilmiş gibi "Evet arkadaşlar, nasıl gidiyor?" gibi sorularla samimi bir sohbet ortamı yaratmaya çalışırdı. Sonra her zaman olduğu gibi bölüm sekreteri Suna Hanım mumsuz pastayı keser, herkes doğum günü sahibini alkışlar ve birkaç kelimelik sohbetin ardından, ellerde plastik tabaklara konulmuş pasta dilimleriyle masalara dönülürdü. Dönüş yolunda adımlar hızlanır, odada geçirilen dakikaları bir an önce unutmak ister gibi herkes hedefe odaklanmış bir şekilde ilerlerdi. Sanki iş arkadaşlarıyla geçen zaman değil de, hiç susmayan müşteri telefonları, ardı kesilmeyen istekler, gününe yetişmeyen raporlar ve okunmayı bekleyen e-postalar onları rahatlatacaktı.

Durumdan bir tek Lale Hanım hoşnuttu. Kimse onun çalışanlarıyla ilgilenmeyen, iş dışında vakit geçirmeyen, onların birbirleriyle iletişim kurması için zaman yaratmayan bir yönetici olduğunu söyleyemezdi. Yapılması gereken ne varsa yapıyordu işte. Gerçi o da bu toplanmaları çalışma zamanından bir kayıp olarak görüyordu ya, nasıl olsa işler yetişecekti. (Hele bir yetişmesindi...)

O gün de kendisinden hoşnut bir şekilde odasına döndüğünde masasının üzerinde şeker pembesi bir zarf gördü. Üzerinde büyük harflerle "Sevgili Bölüm Müdürümüz Lale Hanım'a" yazıyordu. Merakla ve ihtiyatla kaşları çatıldı, bu da neydi böyle? Uzandı, yavaş hareketlerle zarfı açtı.

"Sevgili Lale Hanım,

Happy Hour ailesine üç hafta önce katıldım. Sizinle iş görüşmem sırasında tanışmıştık ama işe başladığımdan beri bir daha görüşme şansımız ne yazık ki olamadı. Görüşmem sırasında söylediğim gibi Happy Hour, kurumlara verdiği iç iletişim seminerleriyle gönlümü fethetmişti. Paylaştığı bilgiler ve öneriler bu denli zengin olan bir şirketin kim bilir kendi çalışma ortamı ne kadar renklidir, diye düşünmüştüm. Ama üzülerek söylüyorum ki, yanılmışım.

Üç haftadır, aynı bölümde çalıştığım ya da kahve makinesinin başında tanıştığım birkaç kişi dışında benim kim olduğumu, ne zamandır burada çalıştığımı bilen yok. Beni bir yana bırakın, bugün niçin toplandığımızdan odaya girene kadar kimsenin haberi yoktu. Ve fark etmediniz mi, çok sıkılıyorlar. Kim doğum gününün böyle sıkıntı içinde kutlanmasını ister ki? Ahmet'in doğum günüydü ama ortada ona özel hiçbir şey yoktu. Ahmet'le birkaç dakikalık sohbet imkanımız oldu, onun arabalara olan merakını biliyorum. Hoş, masasındaki oyuncak arabaları görmek de yeterli bunu anlamak için. Düşündüm ki, örneğin pastasını araba şeklinde yaptırsaydık? Ya da ona özel bir kart hazırlayıp sabah herkese imzalatsaydık, üzerine güzel dileklerimizi yazsaydık? Sabahtan e-posta kutularımıza küçük bir mesaj geliverseydi? Görev gibi değil de aramızdan bir kişiyi mutlu etmenin heyecanıyla toplansaydık...

Bir de toplantı odası... Yani biliyorum, bu zamanda imkanlar kısıtlı, ama en azından ayda bir yapılan ve benim de geçen hafta ilk kez katıldığım "happy hour"ları orada yapmasak? Bulunduğumuz semtte birçok küçük, sevimli mekan var. Hem böylece tam işleri bitirip eve gidecekken sabahlara kadar sunum hazırladığımız o odaya dönmek zorunda kalmayız. Ben farklı bir atmosferde bir arada olmanın hepimize iyi geleceğine inanıyorum, ya siz?

Lale Hanım, umarım sizi sıkmamışımdır ama son bir önerim olacak. Fark ettim ki şirkette herkes yalnızca kendi işlerini biliyor. Onun dışında bir başka bölüm neler yapmış, sektörde bizi ilgilendiren neler olmuş, iş yoğunluğundan kimse takip edemiyor. Ben bile burasıyla ilgili en güncel bilgilerimi iş görüşmesine gelmeden önce edinmiştim. Oysa haftalık bir haber bültenimiz olsa, Happy Hour olarak verdiğimiz seminerleri, yeni müşterilerimizi, etkinliklerimizi, başarı öykülerimizi, yani bize dair her şeyi kapsasa... Şirketimizin ismine yakışan neşeli bir tasarımla çok güzel olmaz mı?"

Mektup birkaç cümle sonra bitiyordu ve Lale Hanım bunları yazan densizi odasına çağırmamak için kendini zor tutuyordu. Kendini ne sanıyordu? İşini yeni yetme bir üniversite mezunundan mı öğrenecekti? "Başlangıçta her şey kolay görünür, hepsi böyle heyecanlanır ama sonra kendilerine gelirler," dedi kendi kendine. Eli telefona giderken okuduğu son cümleyle koltuğuna çöküverdi:

"Bütün bunları söylediğim için lütfen benim ukalanın biri olduğumu düşünmeyin. Ne öğrendiysem sizden öğrendim. Üniversite son sınıfta, üyesi olduğum İşletme Kulübü'nün davetiyle "Şirketlerde İç(ten) İletişim" seminerlerine katıldığınız gün, ağzınızdan çıkan her cümleyi not almıştım. Bugün bu önerileri geliştirebiliyorsam, o notlar sayesindedir."
Deniz Yalım Kadıoğlu

Cağaloğlu Anadolu Lisesi ve Boğaziçi Üniversitesi İşletme Bölümü mezunu. Üniversite döneminde Geniş Açı Fotoğraf Sanatı dergisinin yazar ekibinde yer aldı. İş hayatına Ernst & Young Türkiye’de Elektronik İnsan Kaynakları Uygulamaları Danışmanı olarak başladı. Bu görevinin yanında, kurumun insan kaynakları portalı insankaynaklari.com’un editörlüğünü de üstlendi. 2005 yılında Ankara’ya yerleşti. Kısa bir dönem Türk Kızılayı’nda İşe Alım Birim Yöneticisi olarak görev aldıktan sonra, çalışmalarına yayıncılık alanında devam etti. Aylık kültür ve yaşam dergisi Yolculuk’un editörü olarak Türkiye’nin çeşitli yerlerinden gezi yazıları, röportajlar kaleme aldı. 2007 yılı sonunda yurt dışına yerleşerek evden çalışmaya başladı. Fransa’da yaşıyor. Başta Yolculuk dergisi olmak üzere çeşitli yayınlar için yazmaya devam ediyor. İngilizce ve Almanca biliyor, Fransızca öğreniyor.
Yayınları: Kitap editörlüğü: “Sessizliği Bozmadan: Mezopotamyalı Bir Yoginin Yaşam Serüveni” (Yazar: Adnan Ananda Siddviho Çabuk, Doğan Kitap, 2008), “Anadolu’da Yolculuk (Kâmil Koç Otobüsleri A.Ş., 2007), “İnsan Kaynaklarında Yeni Eğilimler” (Ernst & Young - Hayat Yayınları, 2005). Kitap çevirisi:“Televizyonda Yapım ve Yönetim” (Gerald Millerson, 2009) Öykü: “Fil”, Notos Edebiyat dergisi, Şubat-Mart 2009.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder